fbpx
b5_gravür
Karl Graf Lanckoroński, Städte Pamphyliens und Pisidiens, Pamphylien, 1890.

“Ekim sonunda, Küçük Asya’nın güney kıyısıyla bağlantıyı sağlayan İngiliz buharlılarından birine binerek Adalia’ya ulaştık. Hem deniz yolculuğu hem de oraya vardığımızda gördüğüm şehir manzarası beklentilerimin çok ötesindeydi. Adalia’da kaldığımız uzunca süre içinde kentin üzerimdeki bu etkisi daha da artmıştır. Pamphylia Ovası’nda Adalia’ya sadece birkaç saat mesafede yer alan antik şehirlere yapılan bir dizi gezi neticesinde, birkaç mil uzunluğunda bir alan içinde yer alan ve şimdiye kadar hakkında ya hiç araştırma yapılmamış ve hiçbir şey yazılmamış veya hak ettiği oranda yazılmamış, büyük bir bölümü Geç imparatorluk Çağı’na ait çok sayıda önemli antik yapı bulunduğunu hayretler içinde tespit ettim. Ama beni her şeyden çok, bildiğim bütün yerlerden daha güzel olan manzarası, belki sadece İtalya’daki Campania bölgesinin bir nebze yakalayabildiği harika doğası etkiledi…

Gemiden indiğimizde bu ülkelerde hep rastlanan bağıran, küfreden beyaz, esmer ve zenci denizcilerle hamallardan oluşan bir keşmekeşin içine düştük. Limandan ayrılarak son derece kötü kaplanmış, yürümesi zahmetli dar sokaklardan yukarıdaki şehre doğru yol aldığımızda, birçok renkli ve renkli olduğu kadar da bize yabancı manzaralarla karşılaştık. İplerle birbirine bağlanmış, çuvallar ve sandıklar yüklü sonu gelmeyen deve kervanları her adımda yolumuzu kesti. Ancak sürekli durmak zorunda kalmamızdan hiç şikayetçi değildik. Çünkü sağımız, solumuz, önümüz ve arkamız bakacak, görecek şaşkınlık yaratan beklenmedik yeniliklerle ve buna rağmen bu yabancı dünyada bütün dünyevi şeylerin zamansal ve mekânsal ilintisine şahitlik eden çok tanıdık gelen şeylerle doluydu. Örneğin şurada, avlusunu tuhaf bir çitin çevrelediği tamamı ahşap geniş bir ev var; sokak tarafına bakan pencereleri, evi güneş ışığından ve meraklıların bakışından koruyabilmek için son derece sanatkârane işlenmiş ahşap kafeslerle örtülü. Ev kapılarının önünde veya çiftler halinde sokaklarda renkli kıyafetler giymiş, takılarını takmış ve saçlarıyla kaşlarını kına ile kızıla boyamış Rum kadınlarına rastladık. Bu renk, tıpkı 1800 yıl öncesinde Roma’da veya bundan 400 yıl önce Venedik’te olduğu gibi, burada bugünün modasıdır. Nemden ve insan elinin verdiği zarardan neredeyse tanınmayacak hale gelmiş bir Yunan lahdi çeşme olarak kullanılmakta. Türklere ait bir okulun cephesinde, bir tapınak veya taka ait Roma sütunları bulunuyor. Bir yanda çok güzel işlenmiş Arap harfleriyle yazılmış bir mermer kitabe, diğer yanda Pers ve Asur sanatını hatırlatan taştan küçük bir aslan kabartması, Selçuklu Devleti’nin kaybolmuş güzelliklerini anlatır halde. Aynı kapının üstünde, bir haçlının arması olan dama tahtası ve onun da üzerinde, bir başka aslan betimi dahavar. Şurada, pencere çerçeveleri dikkat çekecek denli ince işçilikli, şimdi cami olarak kullanılan bir Bizans kilisesi, orada bezemeleri Kahire’deki benzerleriyle yarışabilecek şekildeki bir Arap kapısı ve işte şurada da Caecilia Metella’nın mezarıyla benzer tarzda yuvarlak

bir Roma Dönemi kulesi ve biraz ötede de Konyadakiler gibi ince minareler göze çarpıyor. Bunlar arasında, yakın bir zamanda yeniden keşfedilmiş olan Hadrianus dönemine ait Roma kapısı en önemlisidir…

Genelde taş kanallarda akan temiz su, neredeyse tüm geniş caddelerden geçer. Kısmen Eski Çağ, kısmen Orta Çağ’dan kalma, birbirinden ellişer adım uzakta dört köşeli kuleleriyle şehri dış varoşlarından ve ayrıca şehrin merkezinde Türk, Rum ve Yahudi semtlerini birbirinden ayıran surlar, Adalia’nın temel simgelerinden biridir. Denizin üzerinden Lykia dağlarının veya ovanın gerisindeki Pisidia dağlarının, çevredeki yemyeşil bahçelerin ve limandaki hareketliliğin sunduğu şaşırtıcı manzara sayısı neredeyse sonsuzdur…

Adalia’da bugün tahminlere göre, aşağı yukarı 4.500 hane vardır ve nüfusu 25.000-26.000’dir. Bunlardan 7.000’i Rum, 50’si Ermeni, 250’si Yahudi ve gerisi Müslümandır. Müslümanların çoğu Türktür; ama aralarında Araplar ve başka topluluklara mensup olanlarda bulunur…

Çok sayıda dere, burada birçok değirmenin çarkını döndürür ve yazın kavuran sıcağını takip eden ilerlemişgüz mevsimine rağmen, kenti her yerde taze yeşilliğin fışkırdığı bir vahaya çevirir. Kuzeye karşı korunaklı olduğu için burada hurma ağacı bile yetişir Kent portakal, limon, incir, keçiboynuzu ağaçları açısından olağanüstü bir zenginliğe sahiptir. Şeker kamışı da büyük miktarlarda ekilir. Çiçeklerden kaya gülü, süsen, orkide ve zambak çeşitleri bulunur Her yerde ağaçlara asmalar dolanır. Şehrin kuzeydoğusunda bahçelerin arasında, gösterişli ve iğne yapraklı uzun ağaçların gölge sunduğu bir Türk mezarlığına rastladık. Burası, kimi yerde yatan ve kimi ayakta olan karmakarışık mezar taşları ile hüzünlü bir tabloyu andırıyor…

Dünyanın bu köşesinin tüm güzelliğini yaşamak isteyenler, şehrin doğusuna yönelip bahçeleri ve çok sayıdaki değirmenleri geçip bir deniz fenerine ulaşıncaya kadar dik bir kaya yamacı boyunca gitmelidir. Buradan Gelidonya Burnu’na kadar Lykia’nın karlarla kaplı dağlarıyla beraber tüm körfezi ve arkanıza döndüğünüzde kuzeydeki güzel biçimli Pisidia dağlarını görebilirsiniz. Dünyanın insan ayağının değdiği bölümünde, çok az yerin manzarası bu panoramayla boy ölçüşebilir…”