fbpx
ANTPHG_01_ant_269
Maxime Collignon, Notes d’un voyage en Asie-Mineure, 1897.

1811 yılında Kaptan Beaufort’un değerlendirmelerine göre Adaliah’ın nüfusu üçte biri Rum olmak üzere sekiz bin kişiye ulaşıyordu; öte yandan Fransız Konsolosu Corancez kentin nüfusunu on beş ila yirmi bin olarak belirtiyordu. Daha yeni bilgilere göre, şehirde yirmi altı bin kişi yaşıyor ve bunlar içinde iki yüzden fazla Rum aile var. Adalia halkı arasında Yahudilerin sayısı az. İbrahim Paşa’dan sonra Anadolu’ya gelen Araplar’ın Adalia’ya da yerleştiği biliniyor…

Ticaret neredeyse tamamen Rumların kontrolünde… Rum cemaatinin resmi başkanı bir başpiskopostur. Başpiskopos, Nosokomeion’dan (Hastane) çıkarken Rumlar onun önünde saygıyla eğiliyor ve kendisini selamlıyor, Rum kadınları ise kutsaması için çocuklarını kendisine takdim ediyorlar. Türkler bile kendisini gördükleri an saygıyla ayağa kalkıyorlar. Bu saygı ifadeleri dini giysiye verilen selamın ötesinde bir şey ve İtalyan şehirlerindeki papazlara gösterilen saygı işaretlerinden çok daha derin bir anlam taşıyor…

Rum Mahallesi, Balık Pazarı ve Çarşı Adaliah’da günlük hayatın canlılığının yoğunlaştığı noktalar… Hiçbir şey, dip kısımları yosunlar, otlar ve sarmaşıklardan dolayı görülemeyen yüksek, dendanlara sahip duvarlarla çevrili bu sevimli liman kadar güzel değil. Limanın girişinde Roma Dönemi’ne ait iki tane gösterişli kule ve antik Attalia’nın zamanının önemli bir denizcilik merkezi olduğunu gösteren bazı kalıntılar var. Liman neredeyse sadece nisan ve mayıs aylarında gerçek anlamda faal. Bu aylarda İtalyan vapurları, Rodos, Selanik ve Smyrna gemileri Pamphylia’nın geniş ovalarında yetiştirilen buğday, çavdar ve susam gibi ürünleri yüklemek için limana geliyor. Daha sonraki aylarda ise demir atma zorlukları nedeniyle liman adeta ıssız bir çöle dönüşüyor; limanın misafirleri sadece etraftaki küçük tekneler ve Adalia, Rodos, Smyrna arasında sefer yapan Ingiliz vapurları oluyor. Tembel denizciler ve tüccarlar iskelelerin üzerindeki küçük kahvehanelerde saatlerce oturarak nargile içiyor, sohbet ediyor. Tömbekinin kokulu buharı ve bitmek bilmeyen sohbetler… Zamanın değerinin bu kadar düşük olduğu bu doğu kentinde günün yarısını öldürmek için başka ne gerekir ki?

“Kent, pazar yerini ve limanı dışarıda bırakan ve Türklerin ‘Kaleiçi’ diye adlandırdıkları şehrin büyükçe bir kısmını içine alıyor… Surlarla güneydoğuda, kayaların dik bir yerinde bulunan deniz feneri arasında Rum halkın tatil günlerinde gezdiği bahçeler ve meyvelikler uzanıyor. Açık renkli, zengin desenli Anadolu usulü giysileriyle kadınlar gruplar halinde meyvelikleri dolaşıyor ve sonra da oturmaya falezlere gidiyorlar. Falezlerden bakıldığında körfezi çevreleyen, yer yer parçalı olan ama yeşilliklerle güzelleşen kıyılar ve 10 metreden daha yüksek bir mesafeden gürültülü bir şekilde denize dökülen şelalecikler görülebiliyor…”