Avrupa ve Amerika’da 18. ve 19. yüzyıl boyunca hâkim olan görüş insanın değişmez oluşu ve onu incelemenin tek yolu “ırk”lara ayırarak sınıflamaktır. Bu görüş, Osmanlı’nın geç dönemlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında “ırk”a dayalı araştırmalar ile yeni ulus yaratma ve Türk Tarihi’ni yazmada en önemli araçtır. Her ne kadar “ırk”ın yarattığı eşitsizlikleri reddeden, ancak biyolojik çeşitliliği anlamak üzere kullanılabileceği önerilse de 1970’li yıllara kadar, insan biyoarkeolojisi araştırmalarında “ırk” sık kullanılan temel araçlardan olmaya devam etmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın altlığı insanların eşitsizliği üzerine otursa da aynı zamanda insanın çevresel faktörlerden etkilendiği, değişen insan kavramı bu dönemde gelişmiştir. Tarım’ın keşfi kadar, sıtmanın ve aneminin gelişimine yol açması, büyüme, boy uzunluğu, ölümlülük, nüfus artışı gibi konular çerçevesinde ele alınan ilk biyoarkeolojik tartışmalar, Akdeniz ve çevresi üzerinde sürdürülen insan iskeletlerinden hareketle ileri sürülmüştür. Muzaffer Süleyman Şenyürek ve Lawrence J. Angel’ın çalışmaları biyoarkeolojinin de öncül araştırmalarını oluşturmuştur. Ancak 1990’lara kadar bu çalışmalar kısmen yetersiz kalmıştır. 1990’lı yıllarda Prof. Metin Özbek, Erksin Güleç ve Berna Alpagut hocaların insan iskelet kalıntılarından nüfus, beslenme, sağlık yapısı, morfoloji, akrabalık ilişkileri, popülasyon tarihi çalışmaları artarak hız kazanmış, Neolitik Dönem bu çalışmalarda kilit rol üstlenmiştir. Günümüzde geleneksel biyoarkeoloji araştırmalarının yanı sıra kararlı izotop analizleri ile son zamanlarda hız kazanan antik DNA çalışmaları yerleşik yaşam, bitki ve hayvan evcilleştirilmesi, madencilik, merkezi otoritenin teşkili gibi olguların anlaşılmasında prehistorik topluluklar, özellikle Neolitik insan kalıntıları üzerinde sürdürülen biyoarkeolojik çalışmalar önemli bir yer tutmaktadır.
Başlangıç
06 Ocak 2022 – 19:00
Bitiş