“Adalia küçük bir liman çevresinde güzelce yerleşmiştir; sokakları sanki bir tiyatronun oturma basamakları gibi art arda yükselmekte ve tepenin üstündeki düzlükte kent, bir hendek, iki sur duvarı ile birbirinden elli yarda kadar uzak bir dizi dörtgen kule tarafından kuşatılmaktadır…
Kentin çevresindeki bahçeler güzel, ağaçlar meyve yüklüdür; her tür bitkinin gür olduğu görülmekte; yerliler ekim alanlarının alışılmışın dışında bereketli olduğunu söylemektedir. Toprak tabakası derin olup, hemen her yerde, ovayı gübreledikten sonra yarların üzerinden dökülen ya da denize doğru inişlerinde buğday değirmenlerini döndüren, kireç yüklü ırmaklarla sulanmaktadır…
Yön değiştiren esintiler havayı olağanüstü biçimde tazeliyor; zira gündüz esen deniz meltemi gittikçe artan bir güçle körfezin batı yakasını okşamakta; geceleyin ise, Toros Dağı zincirini kesen büyük kuzey vadisi içerideki soğuk dağlardan inen kara rüzgarlarını iletmektedir. Bütünü ile, bir kent için bundan daha sevimli bir yer seçilemezdi…
Adalia’nın nüfusu herhalde 8000 kişiyi aşmamaktadır ve anladığıma göre bunların üçte ikisi Müslümanlar, geriye kalan üçte biri de Rumlardır. Bu Rumlar Türkçe dışında başka bir dil bilmezler; dualarından bazıları bu dile çevrilmiş olmakla beraber, ayinlerin ana bölümü bir Papaz tarafından Yunanca olarak tekrarlanır, ancak ne anlama geldiğinden bu papazların çoğu cemaatleri kadar habersizdir…
Pazar yerinde, çoğunlukla Smyrna’dan (İzmir) düzenli kervanlarla taşınmış olan kumaşlar, hırdavat, İngiliz ve Alman yapımı çeşitli mallar gördük. Takas için az sayıda eşya da Yunanlı buğday tacirlerince getirilmişti; ama onların asıl aradığı peşin paradır; nitekim Malta ile Messina’dan bu kıyılara doğru yol alırken bizim sorguladığımız her teknede binlerce dolar bulunmaktaydı. Eğer bu talep sürekli olursa, her iki taraf da malların karşılıklı değiş tokuşundan kendilerine göre yararlanacaklar; tarımsal üretim yaygınlaşıp refah arttıkça, yeni istekler ortaya çıkarak Avrupalı imalatçılar için yeni pazarlar açılacak…”