“Türkler buraya Adalia diyor…Yarım daire şeklindeki limanı çevreleyen şehir, dik traverten kayaların üzerinden denize bakıyor…Bu şehrin her noktasından olağanüstü bir manzara görmeniz mümkün…
Biz şehri biraz dolaşıp limana geldiğimizde güneş batmak üzereydi. Batmakta olan güneş, deniz ve kara üzerine öyle bir renk cümbüşü bıraktı ki, kendine güvenen hiçbir ressam bu tabloyu yeniden çizemez. Bembeyaz evlerle donatılmış kayalar, turuncuya dönüşmüş deniz, turkuaz bir renk almıştı. Hele karlarla kaplı dağların hafif hareket eden su yüzeyinde yansıması, resmedilmesi mümkün olmayacak olağanüstü bir şeydi…
Üzerinde teraslanmış konumda yükselen ev grupları ve düzensiz dalgakıranların renkli görüntüsü ile liman resimsel bir görüntüye sahipti. Adalia limanının bu görüntüsünün dışında liman olarak pek önemi yok. Çünkü büyük gemiler için uygun değil. Yalnızca küçük gemiler demirlemekte idi. Limana girişte yer alan iki heybetli kule olasılıkla savunma makinelerini taşımakta idiler. Hemen kıyısında küçük bir çay, yüksek kayalıklardan denize dökülür ve burada kumsal bulunmaz. Dalgalar daha önce hiçbir engelle karşılaşmadan 25-30 metrelik kayalıklarda kırılıyor…
Küçük Asya’nın diğer sahilleri gibi, Adalia’nın da iklimiyaz boyunca çok sıcak. Doğuya doğru uzanan bataklıklar, bu sıcak iklimin son derece sağlıksız olmasına neden oluyor. Kısacası, mayıs ortalarındaki kısa ziyaretimizde serin dağ sırtlarının havasından şımartılmış insanlar olarak, bu sıcağı pek rahatsız edici bulduk…
Şehir, geniş ve sayısız küçük kanallarla sulanan bahçeler arasında kaybolmuş gibi. Burada kayısı, erik, incir, limon, portakal, zeytin, üzüm, kısacası her şey yetişiyor. Bunlara karşılık kahve, şeker, pirinç, mum gibi stoklarımızı tazelediğimiz şeyler daha çok Avrupa mallarının hâkim olduğu pazardan sağlanıyor…”