16 Kasım 2019 – 14:30
16 Kasım 2019 – 16:30
Son dönemine ilişkin adlandırma ile “Osmanlı” da denilen Türk İmparatorluğu, uygarlık tarihinin gördüğü ikinci önemli yönetim örneğidir. Bu yönetimin sınırları, Roma İmparatorluğu kadar geniş kapsamlı değildir. Ancak konu türleri, ondan çok daha fazladır.
Doğal olarak Türk İmparatorluğu, önce “beylik”, sonra “devlet” ve daha sonra da “imparatorluk” boyutuna ulaşır. Bu yükseliş sürecinin her döneminde, kazanılan topraklar ile birlikte, “sınır boyu” daha ileriye taşınır. Kısa sürede hızlı bir değişim gösteren bu olgu, “var ile yok” arasında ve belirsiz bir duruş gösterir. Ne zaman toprak kayıpları başlar, işte o zaman sınır kavramı da önem kazanır ve savunma aşamasına geçilir.
Tüm imparatorluklar, “uluslar üstü” olduğu gibi, “ülkeler üstü” bir yapılanmadır. Yönetim şemsiyesi altına giren her ülkede, o toprağın yerli halkı yaşamaktadır. Sonradan eklenen insan grupları, yeni yönetimin gereksinim duymasına bağlıdır. Kısaca bir toprak, ancak üzerinde yaşayan halk ile birlikte değerlidir.
Türk İmparatorluğu’nun “sınır ucu” veya “sınır boyu”nda kimler yaşar? Başka bir deyişle, sınırda yaşayan halkın durumu nasıldır? Her şeyden önce onlar, “silahların gölgesi”nde ve “ölümün kıyısı”nda yaşayanlardır. Bir savaş sırasında aşamalı olarak; ürünlerini, geçim araçlarını, topraklarını ve hatta canlarını kaybetmeleri söz konusu olabilir. Bu “güvensizlik ortamı” yüzünden sınırlar, yaşamın “pamuk ipliğine bağlı” olduğu yerlerdir.
Durum böyle olunca, insanları bu “ateş çizgisi”nde tutabilmek için, türlü ayrıcalıklar ve güvenceler gerekir. Bunların başında da, “açlık” ve “vergi” konusu gelir. Bunun da ötesinde, Türk devlet anlayışına göre halk, bir “Tanrı Emaneti”dir. Kendi zararına olsa bile, halkın çıkarlarını her zaman gözetir.
İşte bu özelliği ile Türk İmparatorluğu, öteki imparatorluklardan ayrılır. Bu davranışın çıkış noktası da, “insancıl” olmanın, en büyük erdem sayılmasıdır.